2017’nin bir eylül günüydü İpar Buğra’yı, Karaburun Kent Konseyi’nin yorulmak bilmez sevgili başkanını, sevdalısı olduğu Karaburun Yarımadası’nın sert rüzgarlarına, dağlarının, denizlerinin, nergislerin kucağına uğurladığımızda.
Ekoloji mücadelesini kendi özel yaşamının yalınlığı ve bilime, demokrasiye, barışa olan inancıyla bütünleştirmiş, pankart sopasını çakma ile yüzlerce sayfalık bilimsel raporlar ve dava dosyalarını hazırlama arasında bir ayrım gözetmeyecek kadar mütevazi, “ben” yerine hep “biz” diyen birleştirici, yaşam hakkı ve yaşam alanlarını savunmada kararlı, hiçbir diyalog olanağına sırt çevirmeyen bir kişilikti.
Bilim insanlarının “Doğu Akdeniz Havzası’nın görece en bozulmamış bölgesi” olarak nitelendirdiği Karaburun Yarımadası’nın zengin biyoçeşitliliğini, farklı ekosistemlerini, birçoğu nadir, tehlike ve koruma altında kategorilerinde olan fauna ve florasını, kadim kültürünü, kendi değerleri temelinde kalkınmasını tehdit ve tahrip eden RES’ler (Rüzgar Enerji Santralleri), Balık Çiftlikleri, Taş Mermer Mıcır Ocakları’na karşı Büyük Yarımada’da verilen mücadelenin emekçisi ve önderiydi.
CO2 salınımı yapmadığı gerekçesiyle “temiz enerji” diye sunulan RES’lerin CO2 absorbe eden ve fauna türlerinin habitatı olan yeşil alanlara ve yerleşim yerlerinin dibine, Balık Çiftliklerinin uluslararası sözleşmelerle koruma altındaki Akdeniz Fokları ile Deniz Çayırlarının yaşam alanlarına ve potansiyel turizm alanlarına, Taş Mermer Mıcır Ocakları’nın yine fauna türlerinin habitatları üstüne kurulmak istenmesine karşı açılan ve neredeyse tümü kazanılan davaların, hiçbirisi yaptırılmayan sözde Halkın Katılımı Toplantıları protesto eylemlerinin hemen hepsinde İpar Buğra’nın imzası vardır.
Eğer Cunda Adası’nda, Ayvacık’ın Kıran Köylerinde RES talanı durdurulabilmiş ise, bunda Karaburun deneyimini paylaşmak üzere oralara giden İpar Buğra’nın payı büyüktür.
Eğer Türkiye kamuoyunda RES’ler tartışılır olmaya başlamış ise; Karaburun ve Karaburun Kent Konseyi Türkiye’de RES talanına karşı mücadelenin referans noktası olmuş ise; Yarımada yüzölçümünün %61’inin RES proje sahası olarak verildiği en büyük RES firmasının üretim lisansı iptal kararı Danıştayca onanmış ve 4. Kez ÇED süreci başlamış ise; aynı firmanın uluslararası karbon piyasasında satarak yatırım finansmanının önemli bir kısmını sağlamayı planladığı karbon sertifikasının, merkezi Cenevre’de olan Gold Standart Vakfı tarafından taahhütlerini yerine getirmediği için verilmemesi sağlanabilmiş ise, bütün bunların altında Karaburun’un mücadelesi, bu mücadelenin önderi İpar Buğra’nın inatçı çalışmaları vardır.
Karaburun Yarımadası’nı tahripkar yatırımların talanından kurtarmanın ancak Yarımada’nın Biyosfer Rezerv Alanı ve/veya Özel Çevre Koruma Alanı’yla bir koruma statüsüne alınmasından geçtiği inancıyla, bilim insanlarının da katkılarıyla hazırlanan bilimsel raporlar da yine İpar Buğra tarafından kaleme alınmıştır. Karaburun Belediye Meclisi’nden geçen 2013 tarihli ÖÇKA raporundan hareketle Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nca hazırlanan Karaburun Yarımadası ÖÇKA Teklif Raporu, RES yatırımları gerekçesiyle Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı hariç, ilgili tüm bakanlık ve kurumlarca onaylanmıştır.
Ülkenin dört bir yanında RES talanına karşı verilen mücadelelerin birleştirilmesini sağlamak üzere Karaburun’da toplanan Çalıştay’da oluşturulan Rüzgar Yaşamdan Yana Essin İnisiyatifi’nin de kurucularından ve ilk sözcülerindendi İpar Buğra.
Karaburun’un kendi mevcut ve potansiyel varlıkları temelinde kalkınmasının somut örneği ve ilk ve tek katma değer üreten tesisi olarak kurulan ve üretime geçen Karaburun Keçi Peyniri Mandırası projesinin altında da İpar Buğra’nın imzası vardır.
Hiçbir kaynaktan mali destek almadan, gönüllülük, dayanışma ve imece temelinde, tüm STK’ların desteğini alarak yürütülen bu çok yönlü çalışma ve mücadelelerin her evresinde İpar Buğra vardı.
İpar Buğra’nın ekoloji ve çevre mücadelesi içindeki yerini çok kısaca anlatmaya çalıştık. Bu kısa tanıtım yazısını onun bu konuya ilişkin olarak bir gazetenin sorularına verdiği yanıtlardan bir alıntıyla tamamlamak istiyoruz:
“Diğer önemli bir sorun ise, doğası gereği muhalif olan ve antikapitalist bir özellik taşıyan ekoloji mücadelesinin, doğrudan bir siyasal mücadele olarak algılanması, ekoloji mücadelesinin, siyasal ve ideolojik farklılıkların çekişme alanına dönüştürülebilmesidir. Bu, zaten çok zor koşullarda süren mücadelenin kırılmasına, genişleyememesine neden oluyor. Ekoloji mücadelesinin, sadece bir parçası olduğumuz doğayı, yaşamı, yaşam alanlarını, ekosistemleri koruma/savunma ortak paydasında buluşan herkesi kucaklayan bir mücadele olduğunun bilinmesi gerek.”